28 Ekim 2011 Cuma

VAN'I CANNES YAPALIM

Van’da deprem haberini aldığımda, herkes gibi yaptığım ilk iş oradaki arkadaşlarımı, dostlarımı aramak oldu.
Uzun bir süre ulaşamadım arkadaşlarıma. Hemen televizyonları açıp durumun tam olarak ne olduğunu anlamaya çalışırken aynı zamanda internetteki depremle ilgili haberlere bakıyordum.

Bir haberin altında, “Ölü var mı ölü?” diye soran bir yorumu gördüm. Benim de kafamda aynı soru olduğu için, gözlerim hızlıca sonraki yorumları taradığında, sorulan bu sorunun oradaki insanların hayatları için duyulan kaygıyla değil de olabilecek bir ölüme sevinmek için sorulduğunu anladım, keza bir sonraki yorum bunu gayet iyi açıklıyordu “Maalesef ölüm haberi henüz gelmedi kardeşim, inşallah birazdan alırız mutlu haberi”.

Bir önceki yorumun sahibi “İnşallah kardeşim” diyordu.

O anda neye uğradığımı şaşırdım, gözlerim doldu. Başına ne geldiğini bilmediğim arkadaşlarım ve oradaki insanlar için duyduğum acıdan mıydı, bu ne dediğini gayet bilen, ama insan olmaya dair temel özelliklerini yitiren insanlara o an duyduğum büyük öfke ve kızgınlıktan dolayı mıydı, karıştı ruhum, karar veremedim. Bütün sayfaları kapatıp arkadaşlarımı aradım.

Nihayetinde arkadaşlarıma ancak ertesi gün ulaşabildim, kısmen de olsa rahatladım. Van’da yaşayan Karslı arkadaşım ailesi ve yanına alabildiği birkaç insanla birlikte Kars’a dönüyordu kendisine ulaştığımda. Şok geçiren bir arkadaşı Şırnak’taki arkadaşlar evlerine götürmüşlerdi bile. Bu dayanışma ruhu yüreğimdeki, internet sitelerinde gördüğüm, insan oluşlarını adeta unutmuş kişilerin yorumlarına duyduğum kin ve nefreti sildi, sevgiyi bütün yüreğimde hissettim. O an anladım ki onlar gibi nefreti yüreklerimize asla bulaştırmamalıyız.

O zamana kadar, bu yorumlara televizyonlardaki sunucuların yapmış olduğu o talihsiz açıklamalar da eklenmiş, sosyal medyadaki kin ve nefret giderek büyümüştü.

Hatta bu nefret karşılıklı olmaya başlamıştı, telaffuz edilen o nefret kelimeleri bazı Kürt arkadaşlarım tarafından da telaffuz edilmeye başlanmıştı.

O andan itibaren yakın çevremdeki arkadaşlarıma şu mesajı yaymaya gayret gösterdim: Biz Kürtler olarak ne olursa olsun nefret kelimelerine karşı, asla nefret sözcükleri telaffuz etmeyeceğiz. Nefret bir virüs, bizi zehirlemesine asla izin vermeyeceğiz, ölen askerlere üzülmüş gibi yapanlar şimdi Van’da depremde ölenlere seviniyor... Sadece kalplerine bir gün sevginin gelmesini umut etmekten başka, nefret kelimeleriyle onlara cevap vermek onlarla aynı hatayı yapmak demektir! Onları sevgimizle ve hoş görümüzle çaresiz bırakacağız, onlara uyup nefretin nehirlerinde boğulmak yerine…

Bir tarafta nefret kelimeleriyle, bu depremin Kürtlere verilmiş ilahi bir ceza olduğunu söyleyenler varken, diğer tarafta gece gündüz demeden mavi bakışlı Van’a yardım toplayanlar da vardı. Ve onların sevgiyle büyüyen dayanışması, düşmanlığı yayanları nefret nehirlerinde çırpınır halde bırakmıştı bile.

Bütün bunlara rağmen, Kadıköy Belediyesi’nde yollanacak yardımları paketlemek için kâğıt kolilere ihtiyaç olduğunu duyan kâğıt toplayan çocuklar, tek kazançları olan, o gün buldukları tüm sağlam kâğıt kolilerini belediye binasına ulaştırıyorlardı. Küçük kardeşiyle ayakkabı boyayarak kazanmış olduğu birkaç lirayı Van’daki kardeşlerine yollayan ayakkabı boyacısı çocuk ise, açtığı bu güzel pencereyle nefessiz kalan insanlık vicdanına ışık taşıyordu boyalı elleriyle.

Depremin duygu cephesinde bunlar olurken, siyaset ve teknik cephede de işler pek iç açıcı değildi doğrusu.
Depremde şunu gördük: öldüren yine binalar ve geç müdahale olurken, genel koordinasyonsuzluk, siyasilerin halkı kurtarmak yerine kendini aklama çabası, başta kabul edilmeyen uluslararası yardım desteği, erk kavgası yarışı, yetersizlikler ve yanlış kararlara toplumdaki güvensizlik, kısmi kesimlerin oluşturduğu kin ve nefret de eklenince kaybeden yine halk oldu galiba. Herkes gerçeği bir yana itip doğruyu söyleyenin kendisi olduğuna kitlendi nedense.
Dış ülkelerden gelecek olan arama kurtarma ekipleri belki birkaç can daha kurtarabilirdi oysa. Hükümet en büyük hatayı bu kararı vererek yaptı. Ne olursa olsun bireysel veya kurumsal gururumuzu halkın mağduriyetine tercih edemeyiz.

Bütün bu acılardan sonra, gece yapılacak olan yeniliklerle ilgili, Van’ın inşa süreciyle ilgili haberlere bakarken, hep hayalini kurduğum bir şey geldi aklıma, 2009 yılında Van’da arkadaşlarımla Van Kalesi’nde oturup Van Gölü’ne bakarken, Van’ın Cannes’dan ne farkı var diye konuşurduk. Neden Van, Cannes olmasın diye soruyorduk birbirimize. İsteseler, çalışsalar, yatırım yapsalar Van çok da güzel Cannes olur.

Şimdi mavi gözlü Van’ın servis edilen deprem sonrası fotoğraflarına bakıyorum, herkesin Van’ı yeniden inşa edeceğiz, dediğini duyuyorum. İnşa edeceğiz elbet de nasıl inşa edeceğiz? Şimdi bunu konuşmamız lazım. Deprem yardımlarını toplarken nasıl aktif olduysak, Van’ın inşası sürecine de müdahil olup, aktif bir şekilde çalışarak eksiklikleri anında görüp deşifre etmeliyiz kanımca. Asıl büyük sorumluluk ve iş şimdi omuzlarımızda.

Umarım, Van’ın fay hatları dikkate alınarak yepyeni bir şehir planı hazırlanır, bütün bunlardan ders çıkartılıp, ona göre hükümet olarak, belediye ve valilik olarak lafta değil özde iş yapılır. Şehrin kendine has bir mimari çehresi olur, her an böyle depremlerin olabileceği gerçeği unutulmadan yapılır her ne yapılacaksa.

Gelecekte Van’ın sadece çatışmalar, operasyonlar ve depremlerle hatırlanmaması umuduyla haydi şimdi Van’ı Cannes yapacağımız günler için çalışalım.
                                                                                                                     Erol Mintaş

21 Ekim 2011 Cuma

RÜYAYDI GERÇEK OLDU SAVAŞ BİTTİ; BİR RÜYAYA AĞIT

Bu sabah operasyona yollanan askerler, gruplar halinde operasyona gitmeyi reddetmeye başladı,  diğer taraftan gerilla birlikleri toplu şekilde silahlarını yakıp ülke sınırına doğru büyük gruplar halinde yürüyüşe geçti, çocukları asker ve gerillada olan aileler “Barış Barış!” sloganları eşliğinde bölgeye doğru yürüyüşe geçti. Savaş çığırtkanları şokta, silah tüccarları ellerinde kalan milyon dolarlılık silahları elden çıkarmak için provakatif grupları son koz olarak kullanıyor fakat Kürt-Türk gençlerinden oluşan barış grubu, silah baronlarının oyunları boşuna çıkarıyor ve ele geçirdikleri silah tüccarlarının her türlü mal varlığına el koyuyor.
 Halkın bu güçlü iradesi siyasi partileri adeta devre dışı bırakmış durumda. Batıdan bölgeye giden asker aileleri davul ve zurnalarla karşılanıyor. Kurbanlar kesiliyor, halaylar çekiliyor, bütün dünya şokta!
Canlı yayında strateji uzmanlığı adı altında savaş çığırtkanlığı yapan ikiyüzlü uzmanlar utançlarından ortalıkta görünmüyorlar,  her şey barışa kitlenmiş adeta, yalan yok, riyakârlık yok, iki yüzlük yok!
Başta İstanbul olmak üzere, büyük şehirlerin meydanlarında büyük kalabalıklar Barış için meydanlarda bu gün, polisler ve barış taraftarı halk kol kola girerek, olası provokasyonları engellemek için güvenlik zincirleri oluşturuyorlar. Meydanlarda hep bir ağızdan Kürtçe- Türkçe şarkılar söyleniyor. Hayat durmuş durumda, bu gün herkes her şeyi bırakmış sadece barış için çalışıyor, ekmek barış kokuyor, suda barış tadı var, nefretle sıvanmaya çalışılan, derinimizdeki unutulmuş o sevgi, artık yeter der gibi,  her şeye rağmen bizi birleştiriyor sonunda…
Buna mucize diyenler var, çeşitli adlarda bahar isimleri telaffuz ediliyor, kendindenciliğin zirvesi diyenler var, ama hiç kimse şu anda tam olarak bu durumu açıklayacak ne bir cümle ne de bir teori biliyor. Zizek, Wallstreet’i bırakıp,  İstanbul’a geldi oradan Diyarbakır’a geçen Zizek, hiçbir sosyal bilim bunu açıklayamaz, bunu anlayıp, açıklama yapabilmek için bildiğimiz bütün teorileri sil baştan yapmalıyız, dedi. Az önce gelen bir habere göre ise bütün siyasi tutukluların serbest bırakıldığı yönünde.
Her şey son on günde oldu, bir grup asker ve gerilla annesinin başlattığı hareket on günde büyüyüp her şeyi allak bullak etti, ezberler bozuldu!
            Bir saat sonra silahsız askeri grubun ülkeye ulaşacak olan ilk gerilla grubuyla buluşması bekleniyor.  Böyle bir şey görülmedi, herkes rengârenk giyinmiş, çocuklar ellerinde, kendi gelecekleri için, kendi hatırı için, bu kirli savaşa son veren ağabeyleri ve ablalarına vermek üzere çiçekler, balonlar var.
            En son çatışmada çocuklarını kaybeden asker ve gerilla anneleri, bu birbirimizi öldürdüğümüz son olay olsun diyerek, en son yas için siyah giyindiler, şu anda rengârenk alanın içinde bir siyah nokta gibi ilerliyorlar buluşma yerine doğru. Sevgi çoğaldıkça o siyahlık gittikçe kayboluyor, her şeye rağmen onların yüzünde gülümseyen sıcak bir sevgi var.
            Bu sabahtan son hiç birimiz eskisi gibi olamayacağız artık, dünya eskisi gibi olmayacak, bu bir rüyaydı gerçek oldu, sonsuz teşekkürler, dağda silahları yakmaya başlayan o ilk gerilla grubuna, sonsuz teşekkürler, bu anlamsız çemberi kıran o anlamlı kararı alan, operasyona çıkmayı ret eden o ilk asker grubuna!
            Hiç bitmez dediğimiz kâbus bitti,  o karanlık günler bitti, çember kırıldı sonunda!

            İşte otuz beş yılın rüyası!

Erol Mintaş

20 Ekim 2011 Perşembe

TARİH UYKUYA DALINCA, DÜŞÜNDE SAYIKLAR OZAN!(Octavio Paz)

O gece rüyamda dokuz yıl önce gitmek zorunda bırakılan gerilla arkadaşımı gördüm, Kenan: Darbe günü dünyaya gelmişti, nüfus memuru ismini Aram koymak isteyen babasını azarlamış, bu isim yasak deyip ülkeyi "her türlü felaketten" daha yeni kurtarmış olan Kenan Evre’nin ismini karalamış o kâğıt parçasına… İsminin anlamına ilk baktığında Kenan Evreni bilmiyordu daha, onun için ismi "Vaat edilen ülke, cennet, Yakup'un ülkesi" demekti, bu haliyle çok sevmişti ismini. Onu çok sevindiren, ismini gururla söyleten şey – sonraları nerden duyduğunu bir türlü hatırlayamadığı- isminin her nasıl oluyorsa Diyarbekir anlamına geldiğini öğrenmesi oldu. Arkadaşlarıyla isimlerinin anlamlarını öğrenmeye çalıştıkları o körpe zamanlarda onun için isminin artık tek anlamı vardı Diyarbekir, Diyarbekir mala mina(Diyarbakır benim evimdir)! İkna edemediği arkadaşlarıyla sözlükleri karıştırır, Türkçe hocalarının yanına gider, onları ikna etmeye çalışırdı, bir türlü kanıtlayamazsa da, o muğlâk zamandan sonra onun için ismi hep Diyarbekir oldu. Aslında bunu o da hiç anlamadı, nerden duyduğunu da hatırlayamadı…

Bir gün, âşık olduğu kız Deniz, elinde bir kitapla geldi sınıfa, ortaokuldaydı daha o zamanlar, okumaya duyduğu merakla eline ne geçerse okuyordu, teneffüste çaktırmadan sıranın altındaki Diyarbakır Zindanı kitabını hızla okumaya başlamıştı, kitabın daha ilk sayfasında çarpılmıştı. Kenan Evren'in Diyarbakır zindanında devreye koyduğu ölüm ve işkence mekanizmasını öğrendiğinde, bir daha ismini asla kullanmadı. Deniz ona kitabı hediye etti o gün. Ertesi gün geldiğinde artık o şen şakrak Kenan yoktu, arkadaşları “Ne oldu surların mı yıkıldı” deyip güldürmeye çalışsa da Kenan bir daha eskisi gibi olmadı, olamadı. Evde kullandıkları ismini Aram’ı kullanmaya başladı. Kenan diye seslenenlere, “Kenan değil, Aram!” diyordu artık. Kimse Kenan’daki bu tuhaflığı anlamadı, zaten herkesin çok farklı dertleri vardı, kimse uğraşmak istemedi galiba.

Tıp okuyordu tanıştığımda, nasıl tanıştığımızı net olarak hatırlayamıyorum şimdi, tanıdığımda iki abisi kaybedilmişti, babası faili meçhuldü. Aram, her şeye rağmen, “İnsan öldürmek değil, insan hayatı kurtarmak istiyorum “ diyordu. Bunun için tıp bölümünü seçmişti. Yurdun kütüphanesinde buluşur, Paz’ın Yalnızlık Dolambacı’nı okurduk. Yazdığımız şiirleri okurduk birbirimize, söze inanırdık. “Tarih uykuya dalınca, düşünde sayıklar ozan!” diyordu Paz. Sayıklar da neyi sayıklar, diye soruyorduk.

Bir gün biri onun üzerine ifade vermişti, bu biri mangalda hiç kül bırakmayandı. Aram’ın tek suçu ailesini kaybetmekti herhalde. Şeffaftı, şiddete inanmazdı, inanmazdık. Başka yollar olmalı diyorduk. Aldılar Aram’ı, mektuplaştık o içerdeyken. Aylarca kaldı, sonra bıraktılar. Bir kez görüşebildim sadece. Sonra yurt dışına gittiğini duydum, bir daha da haber alamadım…

Bir sabah çatışmada ölen gerillaların resmini gördüm gazetede, yüz üstü düşmüştü, bileğindeki kocaman benden tanımıştım onu. Nasıl oldu ne zaman gitti oraya, nasıl bu karara vardı, bilmiyorum. Beline bağlı çantasından ilk yardım malzemeleri etrafa saçılmıştı. Giderken, “Bu savaş hepimizin yüzlerini silip kaybedecek, anonimleştirecek hepimizi, bu kadar yüceltilen akıl, pornografikleşen şiddet, vicdanlarımızı öldürecek” demişti.

O sabah uyandığımda, askerdeki arkadaşım aradı, şaşırdım ne zaman askere gittiğini bile bilmiyorum, yıllarca gitmemek için direnmişti. Ben bir insanı Kürt olduğu için öldüremem diyordu. Dindardı“Abi burası tuhaf, giderek kaybolduğumu hissediyorum, sanki önceki yaşamım hiç olmamış gibi, bu savaş bizi anonimleştiriyor”, ne diyeceğimi bilemiyorum, “Bitir gel”, diyorum. “Neden gittiğini söylemedin?” , diyorum. “Ani oldu” diyor. Vedalaşıp kapatıyoruz telefonu. Ağzımda tuhaf bir tatla çıkıyorum yataktan, aynaya bakıyorum, bu döngüye, dur demek için bir şey yapmazsak, bozmazsak bu suskunluğumuzu, kaybolacak yüzlerimiz, anonimleşeceğiz, o kadar yücelttiğimiz akıl tutulacak. Unutmamak lazım, barış sadece savaş zamanlarında savunulmaz!

                                                                                                             Erol Mintaş
GİTMEKLE KALMAK ARASINDA
Gitmekle kalmak arasında kıpırdamayan gün,
Katı bir saydamlık kalıbı

Hepsi görünüyor ve hiçbiri anlaşılamıyor,
Ufuk dokunulamayacak bir yakınlık.

Masada kâğıtlar, bir kitap, bir vazo:
Nesneler dinlenmekte adlarının gölgesinde.

Damarlarımdaki kan giderek daha ağır yükseliyor
Ve yineliyor inatçı hecesini şakaklarımda.

Işık kayıtsızca biçimini bozmakta
Donuk duvarın, tarihi olmayan bir zaman.

Öğle sonrasının yayılışı; şimdiden bir körfez
Usul dalgalanışı sarsmakta dünyayı

Ne uykudayız, ne de uyanık:
Biziz, başka bir şey değil işte.

An ayrılmakta kendi kendinden
Ve duraksamaların oluşturduğu geçide dönüşmekte

Octavio PAZ